18 Eylül 2013, 23:16
Siz
gençler bilmezsiniz de; eskiden traktör, biçerdöğer falan yoktu. Kağnılar, at
arabaları vardı öküz ve at koşulan. Ekinler tırpanla biçilirdi. BABAM Koca
Mıstık’la Hoşafçı’nın üstüne tırpancı
yoktu köyde. Biçilen ekinler yığın yapılır, dökülen sapları toplamak için
tırmık çekilirdi.
Harmanlar
köy önündeydi. Çayır Harman’dan Bağlar’a kadar. Her harmanda da bir haymalık.
İçi tertemiz ve serindi. Tarladan saplar kağnılarla çekilir, düven sürülürdü.
Öyle bir gıcılaması vardı ki o kağnıların. Tozun toprağın içinde düven sürmek,
harman aktarmak, yeterince ezilip saman haline gelen sapı yığın yapmak, harman
savurmak ne zor işti. Ama zevkliydi de. İnsanlar zaman zaman birbirine yardım
ederdi, mutluydu insanlar.
Sonra
traktör geldi, sonra tek tük biçerdöğer. Uzun müddet daha tırpan işi devam
etti. Hayvanlara saman yapmak için gene birkaç tarla tırpanla biçilir, düvenle
saman yapılırdı.
Hiç
unutmam; Kıbrıs Barış Harekatı'nda Babamgil Bekirağa'da tırpan biçiyordu. Barış
Harekatı'ndan sürekli haberler veren, Mehmet Amcam'ın pilli radyosunu,
babamgilin yanında ilerletmek görevi benimdi.
Her
evde inek, kömüş, koyun mutlaka bulunurdu. Hepsinden sürüler vardı, sığır,
dana, kömüş, koyun sürüleri. Üç-beş tavuk, culuk, badı vardı her evde.
Yumurtaya, sebzeye para verilmezdi, doğaldı hepsi. Çoğu şeyi kendimiz
yetiştirirdik.
…….
Bazılarınız
belki hatırlamazsınız da; bizim öyle rengarenk oyuncaklarımız yoktu.
Büyüklerimiz de pek oyuncak yapmazdı, hele hele çarşıdan-pazardan hiç
alınmazdı. Oyuncaklarımızı kendimiz yapardık. Mehmet (Zobu) Amcam’ın usta
sandığından “ÖDÜNÇ” aldığımız testere ve keserle ağaçtan traktör ve araba
(römork) yapardık. Keserin ağzını mı köreltirdik bilmem, amcam genizden
konuşmasıyla “Eşşek herifler gene mi benim aletleri ç/aldınız?” der, bize
kızardı. Yaptığımız oyuncağın tekerleri, ya bıçakla yuvarlattığımız eski bir
lastik ayakkabı tabanı, ya da amcamın testeresiyle kesebildiğimiz yuvarlak bir
ağaçtı. Bazen iyi tarafına gelirsek amcam oyuncak yapardı bize.
Ayağımızda
doğru dürüst ayakkabımız olmazdı. Yalınayak yürürdük çoğu kez. Tarla
sınırlarındaki dikenler fena batardı. Sonra lastik ayakkabılarımız oldu.
Kadınlar ise “SPOR” dedikleri üst ve yanlarında delikleri olan plastik
ayakkabılar giyerdi. Yazın yakardı, kışın dondururdu.
……….
Siz
hatırlamazsınız belki de; bizim çocukluğumuz dolu dolu geçti. Oyunlar oynardık,
met, üçkoç, saklambaç, birdirbir, çelik-çomak vb. Her oyunun mevsimi mi olur,
modası mı değişirdi bilmem bütün köyde bir oyun bir müddet oynanır, sonra diğer
oyuna geçilirdi.
“Öksüz
Oğlu” gezdirirdik çalılara dizdiğimiz Öksüzoğlu çiçekleriyle. Bulgur, tereyağı,
yumurta toplar, bunu analarımızdan birine pişirterek arkadaşlar arasında
kendimize ziyafet çekerdik.
Baharın
çiğdem toplamaya giderdik. Köyün üstündeki tepelerden tülü sökerdik. Otluk
Kırı’na çalığa giderdik. Otluk Kırı, Damlar, Ahlat bize ne kadar uzak gelirdi o
zamanlar.
Firik
ederdik, ne güzel olurdu.
Kadınlar,
genç kızlar cacığa gider, karavuk, tekecen, semirtlek toplarlar, yufka ekmekle
dürüm yapıp yerdik.
…………..
Gençler
pek bilmezler de; eskiden bağlar vardı, köy önünde bahçeler vardı.
Baharla
birlikte bahçeleri beller, maşalamalar yapardık tırmıkla. Toprağı iyice
havalandırır, içindeki otu çöpü temizlerdik. Topalak, baldırcan, biber, marul
ekerdik. Çayın suyu yazın iyice azalırdı gene de fırsatını bulur keşikle bir
kaç defa sulardık bahçelerimizi. "Soğan ekerken osurulursa soğan acı
olur" derlerdi. Derlerdi de babam rahmetli inadına zarıl zarıl osururdu.
Acı soğan daha da acı olurdu... Aslında su kıttı. Susuz kaldığı için soğan acı olurdu.
Hemen
hemen herkesin bağı vardı. Pekmez kaynatırdık. Üzümler olurdu, beyaz üzümler,
tomur tomur kara üzümler, elmalar ekşili-tatlılı. Bağ bekçisi rahmetli Müggat
Dayı çok kovaladı bizi zerdali ağaçlarından. "Bakarsan bağ olur, bakmazsan
dağ olur" diye boşuna dememişler. Bağa bahçeye de bakmak gerekiyordu.
Bağlar bakımsız kaldı. Tarlalardaki sapları yakma yüzünden bir kaç defa da
yandı. O güzelim bağlar battı gitti. Son kalan tek tük ağaçları da kestiler,
dümdüz tarlalar kaldı.
…………
Bazılarınız
bilmeyebilir ama bizim köydeki her evde öyle şakır şakır sular akmazdı. Su
kıttı. Karşı kuyu dediğimiz yerde bir su çıkardı acı mı acı. Kadınlar onunla
çamaşır yıkardı. Caminin önündeki Çalhama'dan günlük kullanım için su alınırdı
sırayla. İçme suyu olarak mezarlığın yanındaki tatlı kuyudan su çekilirdi
(Sonradan öğrendik ki, o su aslında pek de tatlı bir su değilmiş). O kuyuda da
analarımız ne çok sıra beklemişler, hep anlatırlardı.
Bizim
köy su yönünden şanslıydı gene de; Üçdam, Suylan, Yarımca gibi köyler Irmak
suyu (Kızılırmak) içerlerdi.
Yetmişli
yılların başında Dorukseki Köyünün üstlerinden, ormandan Güllevik Suyu geldi.
Bizim köyle birlikte 8-10 köy içme suyuna kavuştu. Bizim köyde YSE üç tane
çeşme yaptırmıştı Güllevik Suyu akan. Bu çeşmelerden helkelerle su taşırdı
kadınlar. Suyun evlerdeki musluklardan akması daha yeni, kaç yıl oldu şunun
şurasında?
Elektrikle,
telefon da yoktu o zamanlar. Gene Yetmişli yıllarda bir PTT Acentesi açıldı
bakkal dükkanına. Tek hatlık bir telefon bağlandı. Dışarıdan telefon geldiğinde
Rahmetli Mustafa Dayı (NOS) çağırtırdı arananları. Ya da bir yeri
arayacağınızda saatlerce beklerdiniz bağlansın diye.
Elektrik
bile 1979 yılında geldi. Geldi ama ha bire kesilirdi, saatlerce günlerce
elektrik gelmezdi.
………..
Dedemle
ilgili de epey maceramız oldu.
Osman
Dedem rahmetli hayırsever biriydi.Dilencileri falan boş çevirmezdi.
Bir
dilenci gelmiş, Dedemin verdiğiyle yetinmemiş, "Yanıma birini ver de köyü
beraber dolaşalım" demiş.
Dedem
de dilencinin yanına beni verdi. Beraber köyü dolaştık. 11-12 yaşında falan
ancak varım. Herkesten Allah razı olsun hiç kimse boş çevirmedi. Herkes bir
şeyler verdi. Epeyce bir şeyler birikti.
Tadı
damağında kalmış olacak ki, aynı dilenci ertesi yıl gene geldi. Dedem
"Hadi oğlum şunu bir daha dolaştır" dedi. "Ben utanıyorum,
dolaştırmam" dedim.
Dedem
ısrar ediyordu.
Bizim
Bağın yanında, Uzun Tarla'daki harmana kaçtım. Dedem peşim sıra harmana geldi,
babam rahmetliye "Bu senin oğlun dilenciyi dolaştırmıyor" diye
şikayet etti. Babama da aynı cevabı verdim. Babam da "Bu sefer de
dolaştırıver" dedi. Tarlanın içine doğru anızdan koştum, babam da
peşimden. Kısa sürede yakaladı, "Bak döverim, git şu işi hallet"
dedi. Baktım pabuç pahalı, artık harmanda durmanın tarağı da geçti.
Köye
döndüm, Ümmühan Teyzemgilin evinin orada bir yerlere saklandım. Dedem beni
bulamayınca kendisi dolaştırmaya kalkmış. Bir kaç ev sonra yorulmuş. Dilenciye
kendin dolaş demiş.
Dedemin
baston menzilinin dışından ben de olayı takip ettim sonra. Hasılat oldukça
düşüktü. Bir daha da gelmedi o dilenci.
………..
Suat
Zobu
(Lakaplarla
andığımız için özür)
.